Öyle bir seçim atmosferi yaşadık ki, sormayın gitsin... Bir yandan her seçim döneminde ülke barajının yüksek olmasından mütevellit bağımsız milletvekilleriyle arkalardan dolanmak zorunda kalan HDP'nin gözünü karartarak parti olarak seçimlere girme kararlılığı söz konusuydu. Diğer yandan üç seçim üst üste büyük bir başarı grafiği yakalayarak tek başına iktidara gelen AK Parti'nin gelenekselleştirdiği bu istikrarlı alışkanlığını sürdürüp sürdüremeyeceği gerçeği vardı.
Seçim proğapandalarının devam ettiği günlerde bütün parti liderleri seçmeni olsun olmasın, 81 ilin tamamını dolaşarak oy istediler, gönül almaya çalıştılar. Türkiye'nin dört bir yanında yaşanan bu yoğun trafik sırasında MHP, CHP ve BDP gibi muhalefet partiler doğal olarak sadece genel başkanları ve eş başkanlarıyla miting meydanlarında çıktılar. Muhalefet partilerinin seçim programları kapsamında yürüttükleri çalışmalarda bunlar yaşanırken, mevcut iktidar partisinin cephesinde daha çoğulcu bir çalışma süreci işlemekteydi. AK Parti genel başkanı ve Başbakan Ahmet Davutoğlu ile tempo tutan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bir ilki gerçekleştirerek kolları sıvadılar ve Devletin tüm imkânlarını sonuna kadar kullanarak meydanlara, seçmenin huzuruna beraberce el ele çıktılar. Ve her ne hikmetse, aylarca hiç bir açılışın olmadığı ülkemiz, seçime kısa bir süre kala, bir anda açılış törenleri bombardımanı sağanağına tutulmuş, Cumhurbaşkanımız özel uçağıyla törenden törene koşuşturmaktan adeta bitap düştü. Tesadüfe bakın ki, 8 Haziran sabahı ile birlikte o açılış furyası adeta bıçak gibi kesildi ve oradan oraya yetişmeye çalışırken takatsiz düşen Cumhurbaşkanı 3 gün üç gece dışarı çıkmayarak Sarayında dinlenme imkânı buldu.
Açıkça söylemek gerekirse, Devletin imkânlarını seferber eden ve tarafsızlık ilkesini bir kenara bırakarak Adalet ve Kalkınma Partisinin bir neferi gibi miting meydanlarında oy toplamaya çalışması, 77 milyonun Cumhurbaşkanı olması gereken bir makama hiç yakışmadı ve adil değildi. Özellikle önceki seçimlere parti olarak katılmadıkları için ( Katılsalardı bile, Dünyanın hiç bir ülkesinde uygulanmayan antidemokratik seçim barajını aşmaları zaten mümkün değildi.) hazineden bir kuruş yardım dahi alamayan HDP gibi kısıtlı imkânlara sahip partilerin olduğu bir arenada doğru değildi ve bu haksızlığı görüyor olmak çok sevimsizdi. Meydanlara çıkıp MHP ve CHP'yi adeta unutarak, sadece ve sadece HDP'yi hedef tahtasına koyarak itibarsızlaştırmaya çalışmaları, HDP' ye gönül vermiş olsun, olmasın, Kürtlerin çok önemli bir kesimi bu keskin söylemlerden dolayı Cumhurbaşkanını antipatik bularak 7 Hazirandaki seçimlerde sandıklara yansıttılar ve kendisine orada dur dediler. Legal bir siyasi parti üzerinden hakaret noktasına varan o kadar çok söylem dile getirildi ki, hangisinden başlamanız gerektiğine karar veremiyorsunuz. Bütün siyasi partilere aynı mesafede olması beklenen, Anayasada görev ve sorumluluk alanları ilkeleriyle belirtilen bir ülkenin Cumhurbaşkanı üzerinde AK Parti'nin gömleğiyle dolaşmaya devam etmiş olması, makamın kurumsal kimliğine gölge düşürürken, bu makamı tartışılır hale getirmiştir. HDP gibi legal ve siyasi bir partinin Demokratik zeminde ve eşit koşullarda mücadele etmesini engellemek için '' Bunlar terör örgütünün uzantılarıdır,, diyerek bir dönem ''Biz milliyetçiliğin her türlüsünü ayaklarımızın altına alırız,, söylemini inkâr edercesine milliyetçi görünmeye çalışmak doğru değildi. '' Bunlar dağlarda Zerdüştlük eğitimi veriyorlar,, ile devam ederek farklı inançlara sahip olan insanları inançlarından dolayı ötekileştirmesi ve böyle bir eğilim içerisine girerek muhafazakâr kesimlerin kulaklarının pasını silmeye çalışılması tutarlı bir duruş değildi ve olmaması gerekirdi.
Yine meydanlarda kalabalık kitlelere '' Terör örgütü bölgede insanları silahla tehdit ederek, oy için korku salıyor,, denildi ve bu konuda belli bir hassasiyete sahip olan kesimler üzerinde algı operasyonları geliştirilmeye çalışıldı. Eminim ki, bu söylemleri gerçek varsayarak kafa karışıklığı yaşayan kesimler de olmuştur... Eğer bununla ilgili böyle bir algıya yenik düşen kesimler varsa, HDP'nin İstanbul genelinde aldığı oyların yüzdesine göz atmalarını tavsiye ederim. Çünkü Nişantaşı'da böyle bir tehdidin söz konusu olamayacağını hepimiz çok iyi biliyoruz.
Televizyon başında oturarak bu algı operasyonuna kurban gitmektense seçimlere 10 gün kala kendi memleketim Ardahan' a gitmeye karar vererek söz konusu bir baskının olup olmadığını yerinde görmek istedim. Bir hafta boyunca köy, köy, mahalle, mahalle birçok yere misafir oldum. Ardahan'ın birçok köyünün yanı sıra, Göle'nin bütün köylerini dolaştım. Uğradığım her köy panayır yeri gibiydi. İnsanlar kadın, erkek, genç yaşlı demeden kapılarda veya köy meydanlarındaydı. Büyük bir coşkuyla ellerine geçirdikleri HDP bayrak ve flamalarını sallıyor, bu partiyi temsil eden zafer işaretleri yaparak, kına gecesinin son provasıyla ertesi günün düğününe hazırlanıyor gibiydiler. Köylerin bütün sokaklarındaki elektrik direkleri arasına parti bayrakları asılmış, neredeyse köylerdeki bütün evlerin taş duvarları Selahattin Demşirtaş'ın seçimlere damgasını vuran '' Seni Başkan yaptırmayacağız,, fenomen sözünün kocaman puntolarla yazılmış afişleri süslemişti. İşin en garibi olan, daha önce AKP'ye oy vermiş insanların bu coşkuya fazlasıyla kendilerini kaptırmış olmalarıydı. Bunu çok merak etmiş ve bu noktaya nasıl geldiklerini sorma gereği duymuştum. Aldığım cevap klasik ve hep ayniydi. '' Biz bunlar inançlı insanlardır diyerek oy vermiştik. Fakat inançlı bildiğimiz bu insanların hırsızlık, yolsuzluk ve yandaş gruplara çıkar sağlama noktasında düştükleri durumdan rahatsız olduk. Ayrıca Kürt'lerin dinsizlikle itham edilmesi bir Müslüman olarak bizi rencide etmiştir... Gibi kırılgan söylemlerine şahit oldum. Bölgede birçok İnsanla sohbet ettim ve bu sohbetler esnasında yukarıda belirttiğim gibi birçok çarpıcı tespitler not aldım.
7 Haziran gece yarılarına doğru seçim sonuçları açıklandığında, seçmenlerin özgür iradeleriyle sandık başlarına gittiğinin resmini ortaya koyuyordu.
Baskı da yoktu tehditte yoktu.
Hatta trafolara girmeyi alışkanlık haline getiren kediler bile ortalarda yoktu.
Neticede ortaya çıkan tabloyu anlatmanın tek bir yolu vardır. O yol '' Ne ekersen onu biçersin,, atasözünde ete kemiğe bürünen, inkâr edilemez gerçektir...